Mahşerin 3 Atlısı

MAHŞERİN ÜÇ ATLISI: ROSS, HOLBROOKE VE MITCHELL
Şanlı Bahadır KOÇ
5 Şubat 2009
 
 
 

Bireyler hem kişilikleri, hem yetenekleri, hem de bağlı oldukları alt gruplar eliyle politika üzerinde fark yaratabilirler. Bu nedenle Obama Yönetimi’nde dış politika ve güvenlik bürokrasisine yapılan ikinci kademe atamaları yakından takip etmenin önemi büyüktür. Obama Başkanlığının ilk haftasında Pakistan ve Afganistan’dan Sorumlu Özel Temsilciliğe Richard Holbrooke, Orta Doğu Barış Süreci Özel Temsilciliğine George Mitchell atandı. Dennis Ross’un İran ile ilgili önemli bir göreve atanması beklenmektedir.

Nükleer dosyanın yanında, Irak’tan Filistin, Lübnan ve hatta Afganistan’a kadar bir dizi konuda Tahran’ın sahip olduğu etki düşünüldüğünde, bu üç atama içinde en önemlisi İran ile ilgili pozisyona yapılacak atama olabilir. Ross’un bu yazı hazırlandığı sırada hâlâ Dışişleri Bakanlığında İran ile koordinatörlük yapacak bir pozisyona atanmamış olması içeride bir problem olabileceğini düşündürmektedir. Ross’un İran ile ilgili bir pozisyona atanması çok yüksek ihtimaldir, ancak Ross’un sahip olacağı yetkiler, “kapsama alanı” ve bu konudaki diğer bürokratik pozisyonlarla (örneğin Dışişleri Yakındoğu Bürosu)  ilişkisi henüz çözümlenmemiş gibi görünmektedir. Ayrıca atama daha kesinleşmeden bu bilgiyi başkalarıyla paylaşmış olduğunun anlaşılması da Obama’nın kendisinde ve yakın çevresinde Ross’un iyi bir takım oyuncusu olmadığı şeklindeki şüpheleri güçlendirmiş olabilir. Ancak bu atama ile bu kadar beklenti oluştuktan sonra, bu tercihten tamamen vazgeçmek de çok kolay olmaz.

Bir İran ya da silahsızlanma uzmanı olmayan ve Farsça bilmeyen Dennis Ross, bu ülke konusunda yönetimdeki hemen herkesten daha keskin şahin bir pozisyona sahiptir. Obama kampanyasına destek veren isimlerden biri olan Ross’un, Obama’nın AIPAC Kongresi’nde yaptığı konuşmada Kudüs ile ilgili ifadelerden sorumlu kişi olduğu düşünülmektedir. İsrail yanlısı politikaların en önemli destekçilerinden olan Ross, Washington Enstitüsü’nün eski başkanıdır. Enstitü’nün şimdiki yönetimi kadar olmasa da şahin olarak nitelendirilmesi yanlış olmayacak biridir. Dennis Ross İran’la doğrudan diplomatik bir sürecin başlamasına açıkça karşı olmamakla beraber, ABD’nin bu sürece İran’ı ekonomik, siyasi ve belki de askerî olarak zorladıktan ve avantajlı bir konum edindikten sonra oturması gerektiğini savunmaktadır. Kağıt üzerinde bu, mükemmel derecede gerçekçi bir yaklaşımdır. Ancak, Dennis Ross’un Clinton döneminde özel temsilci olarak ayrıcalıklı bir pozisyondan takip ettiği İsrail-Filistin barış görüşmelerinde belirgin derecede İsrail yanlısı bir pozisyon takındığının düşünülmesi ve İran’a karşı askerî seçeneğin kullanılmasını destekleyen çevrelerle yakın ilişkileri nedeniyle Obama’nın İran ile diplomatik angajmana girme yaklaşımına aslında ancak kozmetik düzeyde destek verdiğinden şüphelenilmektedir. Ross’un esas amacının diplomatik yaklaşımın işe yaramadığını göstermek olacağını ve bir süre sonra İran’ın nükleer teknolojiye ulaşmasını önlemenin tek yolunun askerî seçenek olduğunu savunacağını düşünenler çoktur. Eğer bu endişeler haklı ise, İran dosyasını Ross’a vermek “ciğeri kediye teslim etmek” anlamına gelebilir. Ayrıca Ross’un İran konusunda koordinasyon yetkisi içeren bir pozisyona atanması durumunda İran Yönetimi’nin de, Obama’nın yeni yaklaşımından bir şey çıkmayacağı sonucuna varabileceği düşünülebilir. Bu nedenle Ross’un pozisyonunun, koordinatörlükten daha sınırlı ve muğlâk bir danışmanlığa kaydırılması da sürpriz olmayabilir. 

Ross’un bu göreve her şeye rağmen atanması, kötümserlerce bu süreçten bir şey çıkmayacağı, iyimserlerce ise İran ile müzakere etmenin onun taleplerine karşı yumuşaklık göstermek anlamına gelmeyeceği şeklinde yorumlanabilir. Seçim kampanyasında Obama’nın İran ile doğrudan müzakere yolunu açma düşüncesini, “çocukça ve naif” diye tanımlamış olan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, seçim kampanyasında kendisini değil de Obama’yı desteklemiş olmasına rağmen, aslında Ross’da içgüdüleri kendisininkine büyük ölçüde yakınlık gösteren bir liberal şahin bulacaktır. Dennis Ross’un kampanya sırasında neden Clinton’ı değil de Obama’yı desteklediğini anlamak da güçtür. Bunun cevabı Ross’un kendini Obama’ya gerçekten yakın hissetmesi değil de, parçası olduğu grubun “tüm yumurtaları Clinton’un sepetine koymak istememeleri” nedeniyle onu “zorunlu bir görevle” Obama kampanyasına yönlendirmiş olmaları bile olabilir. Ross’un bu göreve gelmesinin Obama’nın İsrail Lobisi’ne verdiği bir ödün mü olduğu, yoksa Obama’nın aslında İran konusunda yine bildiğini okuyacağı, ama bu atamaya Lobi’yi yatıştırmak için mi razı olduğunu şimdiden söylemek kolay değildir.

Demokrat Parti’de, Brzezinski bir yana bırakılırsa, yetenekleri, tecrübesi, şöhreti ve egosuyla Henry Kissinger’a en fazla benzeyen isim olarak kabul edilen Richard Holbrooke’un Pakistan-Afganistan konusundaki özel temsilciliğe atanması da genelde olumlu karşılanmaktadır.

Hep bir gün Dışişleri Bakanı olacağı düşünülen Holbrooke’un geçmişte Bosna, Kıbrıs gibi konularda benzer tecrübeleri olmuştu. Ama Obama Yönetimi’nin terörle mücadelenin merkezini Irak’tan Afganistan’a kaydırması nedeniyle bu görevin önemi artmıştır. Bu arada Yeni Delhi, Holbrooke’un sorumluluk alanına Hindistan ve Keşmir konusunun dahil edilmesi halinde bundan memnun olmayacağını belli etmiş ve bunda sonuç da almıştır. Geçen sayıda belirttiğimiz gibi (“Obama Döneminde ABD ve Asya”) Afganistan-Pakistan konusu çok boyutlu, çetrefilli ve Washington açısından çok önemli bir dış politika ve güvenlik konusudur.  Kendisine aşırı güveni ve ihtirasının zaman zaman muhakeme gücünü olumsuz yönde etkilediği düşünülse de, ileride bir gün Dışişleri Bakanı olmak istiyorsa Holbrooke’un bu görevde sahip olduğu varsayılan yetenek ve enerjisini sonuna kadar kullanması gerekecektir. 

Arap-İsrail barışı konusunda eğer bir çözüm gerçekleşecekse, bunun mimarisinin Washington’da çizileceğini söylemek muhtemelen yanlış olmayacaktır. Bush döneminde ABD hep tek taraflı ve aşırı müdahaleci olmakla suçlanmıştı. Önümüzdeki dönemde Obama Yönetimi’nde ABD’nin bu eğilimlerden hem kendi isteği ile hem de şartlar zorladığı için uzaklaşacağı beklenmektedir. Ama belki de Arap-İsrail barışı konusu, ABD’nin aktif ve hatta “kendini beğenmiş” bir tek taraflılıkla diplomatik anlamda müdahaleci olması gereken bir konu olabilir. Çünkü Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft gibi isimlerin de dile getirdiği bu konu, aslında çözümün ne olduğu büyük ölçüde belli olan, ama onları buna zorlayan bir hegemon olmazsa da barışın kolay kolay gerçekleşmeyeceği bir durumdur. ABD, konuya Bush Yönetimi’nin ilk 6–7 yılında gösterdiği ilgisizlikten sıyrılmalı, tarafları metaforik anlamda “odaya kilitlemeli ve çözüm olmadan da dışarıya çıkmalarına izin vermemelidir.” Bu süreçte Arap Barış Planı’nın da çözümün önemli bir unsuru olması gerektiği açıktır. Elbette bu, ABD’nin, İsrail’in güvenlik, yerleşim bölgeleri, toprak paylaşımı gibi konulardaki hâkim yaklaşımını değiştirmeye zorlamasını gerektirmektedir ki, bunu başarmanın her Amerikan Başkanı gibi Obama için de zor olacağı açıktır.  

Ancak Obama’nın barış süreci ile ilgili özel temsilciliğe hem konuyu iyi bilen, hem de İrlanda’da ciddi bazı farklılıkları olmakla beraber benzerlikler de taşıyan zorlu bir meselenin çözümüne önemli katkılarda bulunmuş George Mitchell’ı atamış olması umut verici bir adım olarak kabul edilmektedir. Mitchell tecrübeli, ciddi ve tarafsız bir isim olarak bilinmektedir. Mitchell’ın 2001 yılında Orta Doğu Barış Süreci konusunda içinde eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu grubun başkanı olarak yazdığı rapor da, genelde adil olarak kabul edilmektedir. Mitchell, Hillary Clinton’a olduğu kadar direk Başkan Obama’ya da bağlı olacaktır ki bu da Dışişleri Bakanı’nın İsrail Lobisi’ne olan yakınlığı dikkate alındığında önemli bir avantajdır. Mitchell’ın özellikle işgal altındaki topraklardaki yerleşimlere karşı sert bir tutumu olduğu biliniyor. Önümüzdeki dönemde Gazze’de ateşkes sağlanması amaçlı girişimlerden sonra bu yerleşimlerle ilgili ABD’nin sert bazı önlemler alması beklenebilir.

Mitchell’ın vakit kaybetmeden Orta Doğu’ya yönelik bir “dinleme” gezisine çıkması da Obama Yönetimi’nin konuyla ilgili aktif ve müdahil olacağı umutlarını canlı tutmaktadır. Ancak İsrail’deki seçimleri beklendiği gibi Netanyahu’nun kazanması halinde Mitchell’ın görevi zorlaşacaktır. Amerikan sisteminde İsrail yanlısı grupların etkisi düşünüldüğünde iyimser olmanın kolay olmayacağı da söylenebilir. Her şeye rağmen Amerikan kamuoyunda bu sorunun devam etmesinin ABD için ne tür bedelleri olduğunun giderek daha iyi anlaşılmaya başlanmış olması, Obama’nın bu konuda bir samimiyetinin olduğunun düşünülmesi, diğer ağır toplar olan Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı James Jones ve Savunma Bakanı Robert Gates’in de destek vermeleri halinde özellikle yönetimin ilk iki yılında bir ilerleme kaydedilmesi söz konusu olabilir. Elbette Obama’nın bu süreçte ne kadar risk alacağını en çok etkileyecek konulardan biri de, içerideki ekonomik krize karşı nasıl bir performans göstereceği olacaktır. Şayet Obama bu alanda başarılı olursa elde edeceği güç ve prestijin bir kısmını Orta Doğu Barış Süreci konusunda harcayabilir. 

Kod Adı :24
 
BİLİM -DİN VE ADALET,BU ÜÇ ŞEY,ÖNEMLİ, İLAHİ KUTSALLARDIR !
Önemki Adresler
 









sitene ekle

Takvim
 

Hava Durumu
 
Döviz Kuru
 
 
Bugün 1 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol