
Uluslararası Siyasi İktisatta "Yeni Diplomasi" ve Türkiye-AB İlişkileri
Mustafa Kutlay
6 Mart 2009, Cuma
Uluslararası siyasi iktisat akademik bir disiplin olarak ilk ortaya çıktığı 1970’li yıllardan itibaren genelde ekonomi ve diğer sosyal bilimler, özelde ise ekonomi ile siyaset arasındaki ‘uçurumu’ kapatmaya çalışmıştır. Zaman içerisinde değişik okulların bir disiplin olarak siyasi iktisatta yöntem ve kapsam sorunsallarına bakışında büyük farklılıklar ortaya çıkmışsa da devlet-merkezli analizler Soğuk Savaş boyunca tartışma ortamını domine etmiştir. [1]
Dünya politikasının devlet-merkezli bir bakış açısı ile analiz edilmesi ve politika yapıcıların da bu eksende strateji geliştirmesinin kısıtları zaman içerisinde daha fazla eleştirilmeye başlanmış; uluslararası ilişkilerde başta şirketler olmak üzere çok değişik aktörlerin oynadıkları hayati role yapılan vurgu artmıştır. Bu yönde yaptığı çalışmalarla devlet-merkezli paradigmanın sarsılmasına ve uluslararası siyasi iktisadın doğasının daha iyi anlaşılmasına önemli katkı yapan teorisyenlerin başında ise İngiliz akademisyen Susan Strange gelmektedir.
Susan Strange 1991’de kaleme aldığı bir makalesinde, dünyanın seyrini belirleyen diplomatik ilişkilerin sanki sadece devletlerarasında sürdürülüyormuşçasına analiz edilmesine karşı çıkmış, bu tarz bir algının/analizin ekonomik ve politik arenada çok değişik düzeylerde ve birçok farklı aktörün katılımıyla yürüyen ilişkilerin dinamik doğasını ‘statikleştirdiğini’ iddia etmiştir. Oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem devletlerarası ilişkilerde, hem de piyasa dinamiklerinde önemli yapısal değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişikliklerden en çarpıcı olanı ise şirketlerin diplomasi sahnesinde öneminin gittikçe artmasıdır. Bilhassa 1970’lerden itibaren yükselişe geçen ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve kapitalizmin eski Komünist Bloğu ülkelerinde de zemin kazanması ile konumunu iyice sağlamlaştıran şirketler, günümüzde ulusal sınırları fazlası ile aşan bir tedarik zincirine ve müşteri portföyüne sahiptirler. Şirketlerin karşılıklı ilişkileri belirlemede, yasal düzenlemeleri yönlendirmede ve siyasetçilerin manevra alanlarını kısıtlamadaki maharetleri yok farz edilemeyecek raddeye ulaşmıştır.
Bütün bunların neticesinde, Strange’e göre günümüzde devlet-devlet ilişkisine dayanan klasik diplomasi anlayışı şekil değiştirmiş; devlet-şirket ve şirket-şirket olmak üzere iki yeni diplomasi biçimi daha siyasi iktisadının gündemine girmiştir.[2]
Dolayısıyla, yirmi birinci yüzyıl dünyasını anlamak ve değişimin yönünü tespit edip stratejiler geliştirebilmek için, klasik devletçi-bürokratik kalıpları yeni baştan sorgulamak gerekmektedir. Bu durum dünya üzerindeki her devlet için geçerli olduğu kadar, Türkiye ve Türkiye-AB ilişkileri için de geçerlidir.
‘Yeni Diplomasi’ ve Türkiye-AB İlişkileri Açısından Önemi
Her ne kadar ‘yeni diplomasi’ tartışmaları 1990’lardan itibaren yapılmaya başlansa da Türkiye konuya hem akademik düzeyde hem de politika yapıcılar nezdinde halen daha yeteri kadar ilgi göstermemiştir. Bir başka deyişle diplomasinin yeni boyutlarının sistematik bir incelemesi yapılmamıştır. Hal böyle olunca Türkiye-AB ilişkileri de bu perspektiften inceleme konusu yapılmamıştır.
Genel olarak Türkiye-AB ilişkileri değerlendirildiğinde görülmektedir ki, Türk hükümetleri meseleye bürokratik açıdan yaklaşmış, sürecin daha geniş toplumsal ilişkiler zeminine oturtulması konusunda yeterli özeni göstermemiştir. Türkiye’de devlet ve iş adamları arasındaki muhataralı ilişkiler ağı AB ile ilişkilerde de etkili olmuş, bu durum ise süreç içerisinde birçok önemli dönüm noktasının kaçırılmasını beraberinde getirmiştir.
Her ne kadar finansal kriz nedeni ile Türkiye-AB ilişkileri ikinci plana itilmiş olsa da, türbülans dönemi sona erdikten sonra ilişkiler bir şekilde tamir edilecektir. Dolayısıyla bundan sonra, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini daha sağlam zemine oturabilmesi adına yukarıda özetlediğimiz yapısal değişimin doğru okunmasının ve buna paralel strateji geliştirilmesinin hayati önemi bulunmaktadır. Bir başka deyişle 2009 sonrası dönemde hükümetin, Türkiye-AB ilişkilerini sadece devlet adamları münasebetinden ibaret ve siyasi çalkantılara karşı fazlası ile kırılgan olan bir düzeyden çıkartıp daha geniş bir tabana oturtabilmesi, değişen dünya koşulları dikkate alındığında AB ile ilişkilerimizde temel stratejilerimizden birisi olmalıdır.
İş çevrelerinin sürece dâhil edilmesinin ilişkilerin altyapısının sağlamlaştırılması açısından ciddi katkısı bulunmaktadır. Şirketler arasındaki ilişkiler zaman zaman politik tıkanıklıkların çözülmesine zemin hazırlayabilmekte ve derinleşen ekonomik bağlar vasıtası ile siyasi ve sosyal ilişkilerde de sirayet etkisi yaratarak daha köklü ve kalıcı bağlılıkları mümkün kılabilmektedir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Zira Türk ve AB üyesi ülke şirketlerinin ilişkileri “yeni diplomasi” perspektifinden incelendiğinde, Türk işadamlarının AB sürecinde daha etkin rol oynayabilmeleri için oldukça geniş imkânlar bulunmaktadır.
Esasında, Türk iş çevrelerinden bu yönde talepler de gelmektedir. Örneğin, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu yeni baş müzakereci atanmasına ve Brüksel ziyaretine ilişkin açıklamasında “ilk defa hükümet bütün vaktini AB ile ilişkilere ayıracak bir bakan atadı ve sivil toplumun toplantılarına katılarak bürokratik-devletçi bakışın değişebileceği işareti ver[di]” [3] diyerek yeni diplomasi anlayışına ve iş çevrelerinin sürece katkı yapma isteklerine dolaylı vurgu yapmıştır. Bu noktada yapılması gereken etkin bir iletişim stratejisi uygulayarak daha geniş katılımın sağlanabilmesi ve süreçten elde edilecek kazançların tüm taraflara net olarak anlatılabilmesidir.
Ezcümle, dünyanın siyasi iktisadı son yirmi yılda büyük değişimlerden geçmekte ve Soğuk Savaş döneminin teorik ve pratik atmosferini domine eden devlet-merkezci paradigma sarsılmaktadır. Her ne kadar finansal kriz ile birlikte “herkesin Keynesçi olduğu” ve “devletin geri döndüğü” bir döneme girdiğimiz yönündeki argümanlar hız güç kazansa da bilinen manasıyla eskiye dönüşün imkân dâhilinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Hal böyle olunca, yeni diplomasinin boyutlarını iyi kavramak ve uygulamaya aktarabilmek “zamanın ruhunu yakalamak” açısından büyük önem kazanmaktadır. Bu durum şüphesiz ki Türkiye-AB ilişkileri için de geçerlidir. Hatta denilebilir ki mevcut potansiyelin en uygun bir şekilde kullanılabileceği temel alanların başında gelmektedir.
Mustafa Kutlay
mkutlay@usak.org.tr
|