Obama Döneminde ABD ve Asya Bahadır Şanlı KOÇ -15 Ocak 2009
Önümüzdeki yıllarda Asya’nın nüfus, ekonomi, teknoloji, askerî güç, kendine güven ve siyasi etkisinin artması nerede ise kaçınılmazdır. Bunun yanında kıtanın enerji fakiri büyük güçleri arasında rekabetin artması, milliyetçiliğin yükselişe geçmesi, sınır problemlerinin gerilim yaratması, demografik ve ekolojik sorunların derinleşmesi de sürpriz olmayacaktır. Bölgede nükleer güce sahip (Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan) bunu isteyen (K. Kore) veya isterse buna ulaşabilecek (Japonya ve belki de G. Kore) çok sayıda ülke bulunmaktadır. Kıtanın yükselen güçleri global kurumlarda hak ettikleri sandalyeleri almakta ısrarcı olabilirler. Geleceğin kendilerine ait olduğuna giderek daha fazla inanan Asyalılar beyaz Batı için giderek daha önemli ama zorlu ortaklar haline geleceklerdir. Dünya siyasetinin Doğu’ya kayacağı klişesi giderek daha az riskli bir önerme haline gelmektedir. Ferit Zekeriya’ya göre “21. yüzyılda ABD’nin Asya’daki çıkarları 20. yüzyılda Avrupa’dakinden daha fazla olacaktır”.Önümüzdeki dönemde ABD’nin bölgeye yönelik uygulayacağı politikanın çok yakından takip edilmesi gerekecektir. Başkan Bush’un yeteri kadar zamanını ve ilgisini vermediği belirtilen Asya politikası aslında başarılı olduğu ender dış politika konularından biri oldu. Bush döneminde ABD’nin Hindistan ve Japonya ile ilişkileri belirgin derecede gelişti. Bu süreçte söz konusu ülkelerin Çin’in artan gücünden duydukları endişenin rolü olmakla beraber ABD’nin de bu arada belli bir diplomatik maharet gösterdiği de düşünülebilir. ABD’nin Çin’i çevreleme yönünde attığı bu adımları Pekin ile ilişkileri -ilk baştaki casus uçak krizini bir kenara bırakırsak- önemli bir kriz yaşamadan gerçekleştirebilmiş olması kayda değerdir. Bunun da ötesinde, Bush döneminde ABD-Çin ekonomileri arasındaki entegrasyon çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Hatta bazı gözlemciler artık ABD ile Çin’in “iki ülke-tek sistem” haline gelmeye başladığını belirterek bir ÇinAmerika’dan (Chinamerica) bahsetmektedirler. ABD’nin önümüzdeki on yıllardaki en önemli ikili ilişkisinin Pekin ile olacağını öngörmek zor değildir. Yaşanan global ekonomik kriz ve bunun beraberinde getirebileceği korumacı eğilimler, Çin’in Amerikan açıklarını finanse etmekte giderek daha az istekli veya daha kaprisli olacak olması, Pekin’in küçük ama emin adımlarla G. Amerika ve Afrika’dan sonra Orta Doğu’da da etki sahibi olma yönünde ilerlemesi bu ilişkinin geleceğinin ilginç olacağını düşündürtmektedir. Amerika’nın sorunlu olduğu rejimlerle yakın ilişkiler kuran ve Orta Doğu petrolüne olan bağımlılığı 2015’te %70 olacak Çin’in bölgeye olan siyasi ve askerî ilgisi de kaçınılmaz olarak artacaktır. ABD şirketleri önemli bir pazar, ucuz ithalat kaynağı ve kârlı bir yatırım merkezi olarak gördükleri Çin’i sevmektedir. 80’li ve 90’lı yıllarda Japonya’yı sevmemişlerdi. Çin, ABD’nin eski rakibi Sovyetler’den farklı olarak globalleşmeyi iyi kullanmaktadır. Çin’den ABD’ye yapılan ihracatın yarısı (kıyı bölgelerinde %70) Amerikalıların kısmen ya da tamamen sahip oldukları şirketlerce yapılıyor. Ama yatırım ve istihdam bu ülkeye kaçtığı için ABD’li politikacılar, işadamlarından farklı olarak Çin’e tepkilidirler. Obama döneminde Demokratların özellikle Kongre’de Çin’e yönelik daha sert bir tutum izleyecek olmaları nedeniyle Obama’nın bu ülkeyle olan ilişkileri müspet bir şekilde yürütmesinin zor olacağı söylenebilir. Çin’in ABD liderliğindeki ve global ekonomik krizle beraber ciddi bir testten geçen uluslararası sisteme entegre edilmesi ve bu sistemin “sorumlu bir hissedarı” haline getirilmesi; gerekli, acil, mümkün ama zorlu bir süreç olacaktır. Belçika’nın IMF’deki oyunun Çin’den fazla olması, Fransa BM daimi üyesi iken Hindistan’ın olmaması giderek daha az anlaşılır olacaktır. Önümüzdeki dönemde ABD’nin Çin’e olan ihtiyacı artarken bu ülkenin tercihleri üzerindeki etkisinin azalacak olması intibak edilmesi kolay olmayan bir gelişmedir. Obama’nın sekiz yıl sürmesi muhtemel Başkanlık döneminin sonunda Çin muhtemelen şimdikinden daha zengin, daha güçlü, kendine güveni daha fazla ve daha yüksek sesle konuşan bir ülke olacaktır. Çevre, enerji, nükleer silahların yayılması, ticaret, doların durumu, silahsızlanma, terörle mücadele vs gibi konularda iki ülkenin işbirliği yapmaya olan ihtiyaçları büyüktür ama bu işbirliğinin gerçekleşmesi kesin değildir. Tayvan ve daha az derecede Doğu Türkistan ve Tibet iki ülke arasında problem yaratabilecek konular arasındadır. Bush Yönetimi 11 Eylül’den sonra Afganistan’da Taliban rejimini devirdikten sonra bu ülkeye olan ilgisini büyük ölçüde kaybetti ve tüm ilgi ve enerjisini Irak’ı işgal etmeye verdi. Halbuki eğer ABD, Afganistan’a ekonomik ve siyasi olarak yeterince kaynak ayırsaydı bu ülkede yaşanabilecek gelişme kendisi için Orta Doğu’da ciddi bir reklam olabilirdi. Karzai Yönetiminin beceriksizliği, halktan kopukluğu, yolsuzluklara olan eğilimi, Pakistan-Afganistan sınırındaki otorite boşluğu ve Amerikan kuvvetlerinin yaptıkları hatalarla halkı kaybetmeleri gibi faktörler sayesinde Taliban adım adım ülkedeki gücünü arttırdı. Obama kampanya sırasında terörle mücadelenin ağırlık merkezini Irak’tan Afganistan-Pakistan’a kaydıracağını vaat etti. Önümüzdeki dönemde ABD’nin Afganistan’a 30 bin civarında ilave asker göndermesi bekleniyor. Ayrıca Amerika’nın Irak’ta son iki yılda elde ettiği başarıların kaynağında olan yeni askerî teknikleri Afganistan’da da kullanmayı planladığı biliniyor. Ancak, sivil halkı koruma merkezli bu başarının Afganistan’da yinelenmesi kolay görünmemektedir. Bunun en önemli nedeni iki ülke arasındaki coğrafi ve demografik farklıklardır. Afganistan Irak’tan biraz daha büyük nüfusa ve belirgin derecede daha büyük yüz ölçümüne sahiptir. Irak’ta nüfus önemli ölçüde şehirlerde toplanmışken Afganistan’ın yüzde sekseninden fazlası kırsal kesimde, nüfusu birkaç yüz kişiyi aşmayan köylerde yaşamaktadır. Irak altyapı ve ulaşım açısından ileri sayılabilecek bir ülkeyken Afganistan’da başkentten ülkenin geri kalanına ulaşmak için gerekli altyapı çok zayıftır. Irak medeniyetin beşiği ülkelerden biriyken Afganistan tarihinde hemen hiç güçlü merkezî otoriteye sahip olmamıştır. ABD Irak’ta düzeni 150 bini aşkın askerle o da çok fazla şiddet yaşandıktan sonra ancak sağlamışken, Afganistan’da ABD askerinin sayısı yapılacak artışlardan sonra bile bunun yarısına ancak varacaktır. Afganistan’ın “imparatorlukların mezarı” olma yönünde belki biraz abartılmış ama sonuçta gerçek bir şöhreti vardır. Uyuşturucu ekonomisi ülkede direnişi beslemekte, yolsuzluk, kanunsuzluk ve otoritesizlik yaratmaktadır. ABD Irak’ta birçok ülkeden askerî destek almasına rağmen Afganistan’da bulunan NATO ülkelerine ait askerler riskli operasyonlara katılmakta çok isteksiz görünmektedir. El Kaide’nin Afganistan-Pakistan sınırındaki varlığı ve yerel halktan aldığı destek Irak’takinden belirgin derecede daha fazladır. Afgan-Pakistan sınırının geçişkenliği, coğrafi şartların zorluğu, komşu Pakistan’da Taliban’a yönelik sempati ve desteğin hâlâ devam etmesi ABD’nin işini zorlaştıran diğer faktörlerdir. Bunun yanında, Mumbai saldırılarından sonra daha da yükselmesi beklenebilecek Hindistan-Pakistan gerilimiyle beraber Pakistan’ın Afgan sınırındaki askerî varlığının bir kısmını Hint sınırına kaydırmasının bölgedeki otoritesizliği daha da arttırması sürpriz olmayacaktır. Bush döneminde Washington, Pakistan’ı büyük ölçüde Müşerref rejimine bırakmıştır. Şimdi ise, yeni sivil yönetim, global ekonomik kriz, Hindistan ile gerilim, ABD’nin Pakistan içlerinde düzenlediği askerî operasyonlar nedeniyle giderek artan bir baskı altına girebilir ve halk tarafından ABD’nin kuklası olarak görülmeye başlayarak meşruiyetini yitirebilir. ABD’deki birçok uzmana göre Pakistan-Afganistan, Obama’nın elindeki en önemli dış politika konularından biri, belki de birincisi olacaktır. ABD’nin bu iki ülkedeki problemleri kapsamlı bir şekilde kucaklayan bir stratejiye ihtiyacı olacağı açıktır. Obama’nın Batı’lı müttefikleriyle yaşaması beklenen yumuşamayla beraber Türkiye dahil NATO ülkelerinden Afganistan’a daha fazla sayıda ve beceride kuvvet göndermeleri konusunda telkinlerde bulunması beklenmektedir. NATO’nun geleceğinin, Afganistan’da göstereceği ortak performansa bağlı olduğunu belirtmek abartı olmaz. Güvenliğin yanında ve ötesinde ekonomik yeniden yapılandırmaya artan şekilde önem verilmesi, Taliban’ın içindeki ılımlı unsurlarla diyalog ve belki de pazarlığa girilmesi, Karzai’den daha fazla beceri ve inanılırlığa sahip yeni bir liderliğin ortaya çıkmasına imkân verilmesi, daha iyi yönetişime ağırlık verilmesi, askerî operasyonlarda halka zarar vermeme konusunda çok daha fazla özen gösterilmesinin gerekli olduğu açıktır ama bunların yeterli olacağı ise şüphelidir. ABD’nin, bölgeye yönelik stratejisini oluştururken, El Kaide ve Bin Laden’in buradaki varlığını, Pakistan’ın nükleer silahlarının bilerek veya kaza ile tehlikeli unsurların eline geçme ihtimalini, Hindistan ile Pakistan arasında nükleer bir savaş yaşanma riskinin ihmal edilebilir olmadığını, Keşmir sorununu, Pakistan’ın Çin ve S. Arabistan ile güçlü tarihî ilişkilerini, Pakistan ordu ve askerî istihbaratının gücünü sınırlarken bu kurumların ülkenin birliği ve düzenini sağlayan en önemli aktörler olduğunu, global ekonomik krizin Pakistan’ı ciddi şekilde sarsabileceğini ve ülkenin etnik ve bölgesel açıdan parçalanma riskini dikkate almak zorundadır. Dost Pakistan’ın Somali ve Afganistan türü kronik bir hasta ülke (“failed state”) haline gelmesi Türkiye için de üzücü ve korkutucudur. Dünyada Bush Yönetimi’nden memnun ender ülkelerden biri olan Hindistan son dönemde Washington ile ilişkilerini stratejik düzeyde geliştirmektedir. Nükleer işbirliği, artan silah ticareti, teknolojik konularda daha ilerlemesi beklenen ilişkiler bu iki ülkeyi muhtemelen daha da yaklaştıracaktır. Çin’i dengelemek, nükleer programını meşrulaştırmak ve güçlendirmek, Washington’un Pakistan’a desteğini sınırlandırmak, BM daimi üyeliği konusunda ABD’nin engel olmasının önüne geçmek, büyük ABD pazarına daha çok girmek ve teknolojik işbirliği imkânları Hindistan’ı ABD’ye yaklaştıran faktörler arasındadır. Tahmin edilebileceği gibi bu süreç Pakistan’ı ziyadesiyle kaygılandırmaktadır ve bu ülkenin Çin ile daha da yakınlaşmasını beraberinde getirebilir. Japonya da Çin’den ürktüğü ve Kore yarımadasındaki gelişmelerden tedirgin olduğu için ABD’ye yanaşmaktadır ama Çin ile zor bir komşuluğa ve ortaklığa da mahkûmdur. Tokyo ile Pekin Avrupa’da Almanya-Fransa’nın yaptığı gibi Asya entegrasyonunun motorluğunu yapabilirler mi? Aralarındaki olumsuz tarihî tecrübeler, ABD politikaları, karşılıklı güvensizlik ve artan milliyetçiliğin buna izin verip vermeyeceğini tahmin etmek güçtür.
Kod Adı :24
BİLİM -DİN VE ADALET,BU ÜÇ ŞEY,ÖNEMLİ, İLAHİ KUTSALLARDIR !